nihat akkaraca

Nihat Akkaraca

datçalı yazar nihat akkaraca

Sonra bir rüzgar esti
kuzeyden
Poyraz dediler adına
Sinop’da
bir dükkanda
düşler ise Datça’da
Nedensiz bir gülümseme
geldi
güneyden
Lodos dediler adına
Datça’da
bir mavilikte
umutlarıysa insanda
Sezai Öz

11 şubat 2009 da kaybettiğimiz Datça’lı araştırmacı , yazar; Nihat Akkaraca Datça denilince ilk akla gelen isimlerdendir . Çeşitli televizyonlarda ” Datça’nın Nihat Ağbisi “olarak izleyenler olmuştur. Datça’nın folklörünü, kültürel birikimini araştırarak, yazdıklarını kitaplaştırdı . İlk kitabı “Datça’da Zaman” sağlığında basıldı . Datça’da yaşanmış öykülerin tatlı bir dille, zaman zaman güldürerek zaman zaman düşündürerek, anlatıldığı bir kitap bu . İkinci Kitabı ” Zaman’ın Sesi ” ölümünden sonra ailesi ve sevenlerinin çabalarıyla çıktı. Zaten kitabı hazır gibiydi, bir an önce çıkarabilmek için son hızla çalışıyordu.

 

datça'da zaman kitabı

Nihat Akakaraca’nın ” Datça’da Zaman isimli kitabının başında kendisi şöyle tanıtılıyor. ” Eski Datça Mahallesinde doğdu (1931) İlkokulu Datça’da okudu. İlçede ortaokul olmadığı için öğrenimine devam edemedi, çift sürdü, tütün dizdi, palamut, badem, incir ve harup topladı .Askere gitti (1951) Askerlikten sonra Datça’ya dönmedi. İzmir’de çeşitli işlerde çalıştı Ankara’ ya gitti. Orada çalışırken kendi kendine ingilizce öğrendi. Bir yıl sonra bir Amerikan şirketine çevirmen olarak girdi. Sinop’ta çalıştı. Evlendi (1962), iki kızı oldu. İngilizce kitaplardan öğrendiği elektronik işinde ustalaştı. Datça’ya döndü. (1986) ve elektronik işine devam etti.

2000 yılında birkaç arkadaşıyla kurduğu Datça Yerel Tarih Grubu ile çalışırken Datça yaşamını araştırmaya başladı. Elde ettiği bilgileri öyküleştirerek yazıya geçirdi. ” diye devam ediyor sonrasında bizlere armağanı iki kitabı var. Burada Nihat Akkaraca’nın yaşam öyküsünü verirken gençlere de bir mesaj bırakmak istedim. Okullar, öğretmenler bizlere bir yol açarlar yeni yollar keşfetmek, önümüzü açmak bizlere kalmış bir şey . Öğrenmek, kendini geliştirmek yaşamın her safhasında devam eden bir olgu.

“Datça’da Zaman ” kitabının ön sözünde Edebiyat Öğretmeni Hayriye Şatır’ın yazdıkları bu çalışmaların özünü veriyordu ” Akkaraca’nın öyküleri bir halk kültürü ürünü olan doğal öyküler niteliğindedir. Aynı Datça ve insanları gibi doğal, yapmacıksız. Belli ki, böylesine doğal insanlar ancak böylesine sade ve duru bir dille anlatılabilirdi.

Cennet’in Kapısındaki Gavak Ağacı

Kış aylarının son günleri olmasına rahmen, poyraz kılığına giren ” Gocagarı Soğukları ” Bodrum ile İstanköy arasındaki Şeytan Boğazı denilen kanalda daha da şiddetlenip Karaköy’ü yalayarak, Hızırşah Köyü’nün daracık sokaklarında patlıyordu. Bir yazısında ” Datça yarımadasında iklim tam insan boyunadır, Sıcağı da soğuğu da insan tahammülünü aşmaz, Burada iklimi paltoyla, sobayla veya yelpazeyle düzeltmeye gerek yoktur ” diye yazan Halikarnas Balıkçısı’ nı dediğine pişman ettirecek kadar keskin bir ayaz vardı o gün.

Köy kahvesinin her zaman açık duran kapı ve pencere kepenkleri o gün sımsıkı kapatılmıştı. Kahvenin orta yerindeki soba, sabahtan beri meşe palamudu odunuyla gürül gürül yanmasına rahmen, az uzağındaki masaları iyice ısıtamadığından diğer akşamlar iskambil oynayanlar bu akşam sobanın etrafına toplanmışlardı. Bazen tarla işlerini, bazen askerlik hatıralarını, çoğu zaman köyün güncel olaylarını konuşuyorlardı. Tavanda asılı lüks lambasının çıkardığı hışırtıdan başka rahatsız edici ses yoktu kahvede. Kahveci ışığı körleşen lüks lambasını, ara sıra masanın üstüne indirip pompalayınca hışırtı yükseliyor, az sonra gene normalleşip pek rahatsız etmiyordu. Bu yüzden,sohbetin tadına doyulacak gibi değildi.

Sohbetin tam ortasında köyün imamı içeri girdi ” Selamünaleyküm ” deyip ellerini sobanın sıcağında ısıtıp ovuşturduktan sonra, bir sandalye çekip oturdu. Kahveye pek çıkmaz, evinde dini kitaplar okur, vakit geçirirdi. Ama bu akşam, yatsı namazını kıldırıp evine dönerken üşüyen ellerini biraz ısıtıvereyim diye kahveye girmişti. O geldikten sonra konular hep dini sohbete dönerdi. Çünkü ne konuşulursa konuşulsun, her meseleyi dini yönden yorumlar, adeta vaaz verirdi.

Camide bulamadığı cemaati burada bulmuşcasına, dini bilgisinin çok engin olduğunu ispatlama çabası iindeydi. Sohbet edenlerin arasında bulunan köy öğretmenine göre hoca pişmiş aşa su katmıştı. Güzelim sohbet ,imam-cemaat muhabbetine dönmek üzereyken Aksu köy enstitüsünden yeni mezun olan köy öğretmeni Kamil, bir soruyla hocanın kafasını karıştırmak istedi.

” Hocam ,

bilgili bir din adamı gibi konuşuyorsun. Bizim deminden beri üzerinde tartışıp cevabını bulamadığımız bir soru var kafamızda. Acaba bunu da bilir, bize yardımcı olabilirmisin. Dini bilgisini ispatlayabilmek için iyi bir fırsat bulduğuna sevinen hoca, sandalyesinde arkaya doğru iyice kaykılarak: ” Sor tabii, öğretmen bey ” dedi.

Öğretmen Kamil: ” Söylermisin bize hoca, Cennet’in kapısındaki kavak ağacını kim kesti. ”

Haydaa!… Bu soru da neyin nesiydi. İmam dini kitaplarda böyle bir olayı hiç okumamış; bildiği, karşılaşmış olduğu din adamlarından da böyle bir şey duymamıştı. Soruyu soran, köyden herhangi birisi olsa ” böyle bir şey yok ” diyerek soruyu geçiştirirdi. Fakat soran, herhangi biri değil; bir rakip, köy enstitüsünü yeni bitirmiş, bir köy öğretmeniydi. Ya böyle bi’şey varsa ve hoca duymamışsa…Bütün köye rezil olmak da vardı sonuçta. Zaten soru sorulduğunda oradakiler kikir kikir gülüşmüşlerdi. Bir öğretmen kafadan böyle rastgele soru sormazdı. Azıcık düşündü. Olmayan sakalını sıvazlar gibi elini çenesine götürüp bir müddet öğretmenin yüzüne baktı.

” Sayın öğretmen! Ben buraya şöyle bi ellerimi ısıtıvereyim diye uğramıştım, hemen eve gidiyorum. Bu sorunuzu yarın cevaplasam olmaz mı.” dedikten sonra ayağa kalktı; ” Size hayırlı geceler,yarın görüşürüz “diyerek, esmekte olan buz gibi rüzgardan ensesini korumak için ceketinin yakasını kaldırıp evine gitmek üzere dışarı çıktı.

Hocanın arkasından tekrar bir gülüşmedir gitti. İçlerinden biri:

” Galiba haberi yok bu olanlardan” dedi.

Öğretmen Kamil: ” Ne haberi olacak; evden camiye, camiden eve gidip geliyor her gün, duymamış olduğundan emidim, onun için böyle bir soru sordum” dedi.

Oysa bir haftadır köyde, Fevzi Cennet’in avlu kapısının dibindeki kavak ağacının, evde kimsenin olmadığı bir zamanda, birileri tarafından kesildiği konuşuluyordu. Bu yüzden Fevzi cennet çok gürültü koparmış, olayı duymayan kalmamıştı. Ama ağacı kimin kestiği bilinmiyordu. Aslında Fevzi Cennet ,basit bir yöntemle, kısa bir araştırma sonucu ağacı keseni bulmuştu. Kavak ağacı hafif olduğundan en çok boyunduruk yapımında kullanılırdı. Bunu iyi bilen Fevzi Cennet, köyün etrafında sürülmekte olan tarlaları dolaşınca, yeni yapılmış bir boyunduruktan yola çıkarak ağacı keseni bulmuş, adam da ağacı kendisinin kestiğini itiraf etmişti. İtiraf etmişti ama ağacı kesen yakın akrabalarından biri olduğundan pek açıklamak istemiyordu.

Kahvedekilerden biri, Kamil öğretmene sordu:

” Yahu, öğretmenim, gerçekten kim kesmiş Cennet’in goca kapısındaki gavağı, sen biliyormusun!

Öğretmen: ” Biliyorum ama söylemem, Cennet amca duyulmasını istemiyor ” dedi.

Kapı ve pencerenin sıkıca kapatılmış olmasından içerdeki sigara dumanı, insanı boğacak kadar yoğunlaşmıştı. İçlerinden biri:” Ben gidiyorum arkadaşlar, geç oldu” deyip başı çekince kahve boşaldı. Dışarı çıktıklarında içlerinden biri:

“Allah bilir ya bu gece bizim hoca, Cennet’in kapısındaki gavak ağacı olayını öğrenmek için sabaha kadar kitap karıştıracaktır” deyince gülüştüler. Ceketlerini sıkıca ilikliyerek her biri evlerine giden karanlık sokaklara daldı ve hızlı adımlarla gözden kayboldular.

Ertesi gün öğle paydosunda öğrencileriyle beraber yemeğe gitmek üzere okulun bahçesine çıkan öğretmen, kendisine doğru yaklaşan hocayı görünce;

” Hayrola Hocam, hayırdır! Tam paydos zamanı ziyaretinizin sebebi nedir ” diye sordu .

Hoca: ” Hiç öğretmen bey, ben de camiye öğle namazı için gidiyordum da, uğrayıp bi merhaba diyeyim dedim. Ama, şu akşamki sorunuz da kafamı iyice karıştırmıştı. Geç vakte kadar kitapları karıştırdım, islam tarihinde böyle bir olaya rastlamadım. Şimdiye kadar da hiç kimseden duymadım böyle bir şey. Söylermisin, sen nerede okudun veya kimden dinledin bu ” Cennet’in Kapısındaki Gavak Ağacının kesilmesi olayını! Bileyim de şu köye rezil olmayayım ” dedi biraz sıkılarak.

” Köye hiç bir zaman rezil olmazsın hocam ” dedi köy öğretmeni Kamil. Hocanın omuzuna elini koyarak devam etti: Rezil olmazsın çünkü Cennet Amca’nın avlu kapısındaki kavak ağacını keseni köyden çok az kişi biliyor. Fevzi amca bana söyledi ama başka kimseye söylememi tembihledi.

Hoca Şaşkın:”Ne,hangi fevzi amca !Hanişu bizim Cennet mi,Fevzi Cennet !Bahçe kapısındaki gavak ağacını yeğeni Galip mi kesmiş!

Kamil öğretmen açıkladıkça hoca,üst üste sorduğu sorularla meseleyi iyice anlamak istiyordu.Olup biteni anladığında,”Vah ! Benim başıma gelenlere ! der gibi avucunu alnına yapıştırarak:”Fesüphanallah! Cennet’in kapısındaki kavak ağacı denince ben de ne düşünmüştüm” deyip hızlı adımlarla caminin yolunu tuttu.

Daha üç gün geçmeden bilmeyen kalmamıştı köyde Fevzi Cennet’in bahçe kapısındaki kavak ağacını kimin kestiğini ve tabi ki hocanın saflığını.

NİHAT AKKARACA ( Kaynak kişi:Kamil Kantarlı )

datça manileri kitabı

Nihat Akkaraca’nın uzun yıllardır üzerinde çalıştığı “Datça Manileri” öyküleriyle birlikte kitap olarak çıktı.Bu kitabı biran önce tamamlayabilmek için çok çalışıyordu, bu arada sağlığına dikkat edememesi onu aramızdan ayırdı.

Kitabın önsözünde”Maniler Datça’nın bir zamanlar var olan tüm renklerini yansıtan,Datça halkının kederlerini, şenliklerini, dertlerini, düğünlerini, aşklarını ve kavgalarını anlatan seslerdir.Onlar zamanın sesidir.”denmekte.

Her maninin yaşanmış bir öyküsü var Nihat Akkaraca kitabında bu öyküleri kendine özgü üslubuyla anlatıyor.Bunu yaparken verilecek isimlerde,yer ve zamanlarda bir yanlışlık yapmamak için özen gösteriyor , araştırıyor, kişilerle bir araya geliyor.

Davılcıgızı

Herkes arpa buğday ekip biçerken,o mani eker mani biçerdi.”Köyde yayın yapan tek kişilik bir radyo istasyonu gibiydi”desem daha güzel anlatmış olurum Davılcıgızı’nı .Haberler onun yaktığı manilerle yayılır, dünlerde olsun,eğlencelerde olsun şarkılar, türküler onun sesinden dinlenirdi.Bütün bunların yanında, bazen köy Ramazan davulculuğunu bubası gibi davulla yapmazdı,düğünlerde çaldığı tefle yapardı.

Gerçek adı Fatma’ydı,ama yarımadada onu herkes”Davılcıgızı”diye bilirdi.Savaş yıllarında evlenmişti.Bir kızı olmuştu.Kurtuluş savaşında cepheye giden kocasından bi daha hiç haber alamadı.Kıtlık ve açlık yıllarına kendisi direndi,ama bebeği direnemedi.Bebeğini de kaybedince hayata küseceğine aksini yaptı.Şarkılarla,türkülerle avundu.Tef çaldı;ilkin kendisi için daha sonra başkaları için.Düğünlerde tef çalmaya başladığında gencecikti.Batırlılar,”bir daha evlenmeyi düşünmedi “diyorlar ama,bence evlenmek istedi fakat ona uygun bir talip çıkmadı.O yıllarda yaktığı bir mani her şeyi açıkça anlatıyor.

Davılcıgızı genç bir dul iken,nahiye merkezi Ele’ye(Reşadiye)bir din adamı gelir.Şadi Hoca’dır adı.Aynı zamanda kadılık da yaptığından Gadı Hoca da derler.Koca hoca diyenler de olur.Koca Hoca bekardır ve evlenmek istediği haberi yarımadaya yayılır.Yıllardır devam eden savaşlar yüzünden dul kalmış kadın çoktur her yerde.Batır Köyü’ndeki dullara Davılcıgızı da dahildir.Batırdaki dullar adına bir maniyle haber yollar Gadı Hoca’ya:

Ak mersin kara mersin

Kadı gayveye gelsin

Batır’da dul kadın çok

Hangini beğenirsin.

Fakat sonuçta Kadı Hoca ,Ele’den bi kızla evlenir .Davılcıgızı ve diğer dullara kala kala bu mani kalır.

Davılcıgızı evlenmiş olsaydı kocasının adıyla anılacaktı.Eskiden Datça’da öyleydi ; kadın,ya kocasının ya da babasının adıyla çağrılırdı:Davılcıgızı ,Sakatgızı,Boşnakgızı gibi…Evlenince başa kocasının gerçek adı veya takma adı eklenir öyle çağrılırdı; Arnavutgarısı, Galipgarısı, Hamitgarısı gibi…

Davılcıgızı ,kendi köyünün düğünlerini yapmakla kalmazdı.Eski Datça’nın,Karaköy’ün,Ele’nin düğünlerini de yapardı.Önceleri tef çalarken son yıllarda icrai sanatını bir kademe yukarı taşıdı,düğünleri darbukasıyla yapmaya başladı.Tefçiliğe yeni başladığı yıllarda ya bir gelenek olarak ya da para kıt olduğundan düğün sahipleri ona para ödemez,gelinin çeyizinden derlenen bir bohça yaparlardı.O da bu bohçanın içindeki çeyizleri paraya çevirirdi.İlerleyen yıllarda köye tütünden ve bademden para girmeye başlayınca ücretini para olarak almaya başladı.Ünlü bir tefçi olunca eki fakirlik günlerini gerilerde bıraktı.Bu,boynunda taşıdığı beş altı dizi osmanlı altınından belliydi.

Yaptığı düğünlerde tefine iyi para atılır işleri iyi giderse coşar,düğünün sonuna doğru erkek elbisesi,erkek şapkası ve bir de çizme giyerek erkek kılığına girdikten sonra suya batırdığı parmaklarını şaklata şaklata öyle bir zeybek oynardı ki millet parmağını ısırırdı.

Davılcıgızı’nın yaşamı boyunca köyüne yaptığı bu hizmetler karşısında Batırlılar,öldüğünde onu,kucağına darbukasını vererek defnettiler. Kadirşinaslılıklarını böyle gösterdiler..O şimdi köyün eski mezarlığında, kucağında darbukasıyla yatıyor.Dini bayramların arefesinde o mezarlığa giderseniz mezarının yemyeşil mersin dalları ve çiçeklerle kaplanmış olduğunu görürsünüz.Yüzlerce geline düğün yapmıştı ama ona sağlığında düğün yapan olmamıştı. Düğünden yana kaderi yoktu.Şimdi mezarında yatarken yılda iki kez gelinlik giydiriyor ona köylüleri, mezarını çiçeklerle donatarak.

Davılcıgızı manileri kağıda yazmamıştı.İnsanların beynine öyle derin kazımıştı ki,manileri hala dilden dile dolaşırken,o aramızda yaşıyor.

Her köyde olduğu gibi Batır’da da dediodular yapılır,bu dedikoduların bazısı manilere dönüşüp insanların arasına diken gibi girerdi.Bazılarına ise gülünüp geçilirdi.

Davılcıgızı’yla Sakatgızı’nın arası açıktı.Birbirini oldum olası sevmezlerdi ama küsmezlerdi de.Sataşmaları,çatışmaları hiç bitmezdi. Bi’gün bir evin önünde kadınlar oturmuş,kiminin elinde nakış,kiminin iğne oyası,elleri çalışırken dilleri de boş durmaz;özellikle Davılcıgızı,Sakatgızını diline dolamıştı ki,Sakatgızı aniden çıktı geldi lafın üstüne ve Davılcıgızı’nın kendisi için söylediklerini duydu.Açtı ağzını,yumdu gözünü,aklına ne kadar kötü söz geldiyse Davılcıgızı’na söyledi.Davılcıgızı fena yakalanmıştı, sus pus oldu. Fakat ertesi gün bir maniyle verdi Sakatgızı’nın ağzının payını:Manide diyeceğini diyor hem de bir gün önce olan olayı anlatıyordu.

Bahçalarda bambalak
Sakatgızı dangalak
Tam böğle deyeceğdim
Çıktı geldi zangadak

NOT:Batır,Hızırşah köyünün yerel dildeki adı

( Nihat Akkaraca – Zamanın Sesi, Datça Manileri )

Sayfalar: 1 2

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir